Dying to Tell, Türkçe ismiyle Ölümün Kıyısından Bildirenler savaş bölgelerinde gazetecilik yapan insanların hayatlarına ve mesleki tehlikelere odaklanan çarpıcı bir belgesel. Gazetelerden okuduğumuz ve televizyonlarda izlediğimiz haberleri bizlere aktaranlardan bu kez yaşananların arka planını öğreniyoruz. Bu zamana kadar hep onların aktardığı hikayelere odaklandık peki ya onların hikayeleri… Hernan Zin hikayeyi aktarana odaklanarak bize daha önceden hiç bakmadığımız bir pencereden bakma şansı veriyor.
Bir savaş bölgesinde bulunmanın, bunun hakkında rapor vermenin ve ardından elinde korku dolu bir bavulla oradan ayrılmanın nasıl bir his olduğunu hiç merak ettiniz mi? Eminin daha önce savaş muhabirliğini duymuşsunuzdur ya da üstünde press yazan bir yelekle yıkılmış bir şehrin ortasında orada olan olayları size anlatan birini görmüşsünüzdür. Peki onların neler yaşadığını veya yaşayabileceğini hiç düşündünüz mü?
Dying to Tell, bazılarının hafife alabileceği bir konu hakkında düşünceli bir belgesel. Neredeyse günlük olarak, haberlerde güçlü savaş görüntüleri görmeye alıştık ve genellikle nasıl ve ne pahasına yakalandıklarını bir saniye bile düşünmeden sadece savaşanlara odaklandık. Bu tür yüksek riskli gazeteciliğin önemini ne kadar anlatsanız da bir yerde tıkanırsınız ve hep bir şeyler eksik kalır, ancak Hernan Zin’in kendi acı tecrübelerinden de yola çıkarak bunu gayet güzel bir şekilde açıklıyor.
Hernan Zin, 2012’de Afganistan’da panik atak geçirene kadar kendisi de bir savaş muhabiriydi. Bu olaydan sonra, yaşadığı travma sonrası stres bozukluğu yüzünden işine devam edemedi. Kalabalık ortamlarda bile bulunmaya tahammül edemeyen Zin, gerçeği öğrenme arzusuna yeniden odaklanarak bakışlarını İspanyol meslektaşlarına çevirdi. Belgeselde Hernan Zin önce kendisine, ardından İspanyol savaş muhabirlerine odaklanıyor, hepsi de vahşete tanık olmaktan, meslektaşlarının ölümüne tahammül etmeye ve rehin tutulmaya kadar uzanan deneyimleriyle travmatize olmuş durumda. Savaş bölgelerinde hayatını kaybeden çok sayıda İspanyol muhabire saygı, övgü ve bizi bilgilendirmek için hayatlarını tehlikeye atmalarını mümkün kılan çok özel zihniyetin incelenmesi yoğun bir 90 dakika sunuyor. İzleyiciyi dehşetin derinliklerine sürükleyen olağanüstü bir izleme deneyimi olan belgesel, aynı zamanda garip bir şekilde güven verici, bizim için kirli işlerimizi yapmaya hazırlanan bu tür insanların var olması belki de bir kutlama sebebidir.
Yazının buradan sonrası spoiler içerebilir! ?
Konukların her biri kendi belgesellerini hak ediyor!
Dying to Tell (veya Morir para contrar), gazetecilerin kendileri hakkında düşünceli bir gazetecilik eseridir. 2004’te Afganistan’da Julio Fuentes ile başlayarak, kaldığı otele ateş açan bir ABD tankının kurbanı olan Jose Couso ve kaçırılan veya öldürülen birden fazla gazetecinin hikayelerini öğreniyoruz. Bu olayın yakın plan, iç karartıcı görüntüleri daha önce gördüğümüz türden olabilir, ancak olay yerindeki insanlar hakkında çok daha fazla şey bilmemiz olaya yaklaşımımızı baştan sona değiştiriyor.
Belgeselin etkileyici olmasındaki en önemli unsurlardan biri şüphesiz olayları çeşitli savaş bölgelerinde esir tutulan ve meslektaşlarının ölümüne şahit olan gazetecilerden dinliyor oluşumuz. Görüşülen kişilerden gazeteci Monica Garcia Prieto, Fuentes ile evliydi. İlk eşini savaş alnında görevini yaparken kaybettikten sonra ikinci eşi de görevini yaparken esir düştü. Monica, uzun süre eşinden haber alamamasına rağmen işini yapmaya devam etti. Bir diğer kadın gazeteci ise uğradığı olağan “cinsel istismar”ları bıkkın bir teslimiyetle anlatıyor. Sergilenen samimiyet bazen (bence çoğu zaman) acı veriyor. Zin’in konuklarının her biri kendi belgesellerini hak ediyor, bu yüzden hikayeleri bazen derinlemesine karakter çalışmaları yerine bir dizi kurşun noktası gibi geliyor. Ancak Zin’in keskinleştirdiği kolektif ses, savaşın sisinin ortasında gerçeği ve netliği aramanın önemi hakkında derin bir mesajlar taşıyor.
Savaş muhabirliği ‘bencil’ bir meslek
Zin, Saraybosna, Irak, Suriye, Afganistan, Kongo, Filistin ve diğer korku dolu savaş bölgelerinden haber yapan diğer birçok savaş muhabiriyle röportaj yaparken kişisel deneyimlerini ve düşüncelerini ara sıra paylaşıyor. Gazeteciler, aileleri üzerinde büyük bir endişe yarattığı için mesleklerinin ne kadar “bencil” olduğunu dikkatle anlatıyorlar, hayatta kalmalarında korkunun temel işlevi depresyonları ve kaygıları hakkında her şeyi en yalın haliyle aktarıyorlar. Bazıları yakalama ve işkenceden kurtulmayı başardı. Lakin bahsi geçen herkes onlar kadar şanslı değildi.
En çarpıcı şekilde Zin, bu gazetecilerin yakaladığı bazı görüntüleri paylaşıyor örneğin, bir bombalamadan sonra mucizevi bir şekilde zarar görmemiş kızını enkazdan çıkarırken kendinden geçmiş bir şekilde ağlayan bir adam. Ya da, görüşülen kişilerden birinin, anlamsız bir savaş yürütmeye odaklanmış birinin fikrini değiştireceği umuduyla bu tür görüntülerin paylaşılması gerektiğini söylediği anlar gibi, çocukların hiçbir sebep olmaksızın savaş yüzünden büyük acılar çektiği bir Filistin hastanesinden saldırı sonrası sahneler bunlardan sadece bazıları…
“Acı gaz gibidir; ne kadar küçük olursa olsun, mevcut tüm alanı kaplar.”
Meslekleri göz önüne alındığında, Zin’in görüşme yaptığı kişiler, muhtemelen yıllarca anlamayan insanlara kendilerini açıklamak zorunda kaldıkları için ifadelerini cilalamış olan mükemmel iletişimcilerdir: “Korku, burada olmamanız gerektiğini söyleyen bir savunma mekanizmasıdır. ” diyor biri. Artık kalabalıklar arasında yaşayamayan Zin, panik atağını “Diğer insanların acılarının, trajedilerinin ve talihsizliklerinin toplamı” olarak tanımlıyor. Başka bir görüşmeci “Acı gaz gibidir; ne kadar küçük olursa olsun, mevcut tüm alanı kaplar.” Hepsi kendilerini ve işlerin az da olsa anlatabilmenin etkisiyle rahatlamış görünüyor.
Genelde görüşülen kişilerin adları, belgesellerde ilk seferde verilir bir daha verilmez ama bu belgesel farklı, isimler her seferinde gözüküyor. Bu alışılmadık bir strateji, ancak düşününce, muhtemelen Zin bizi bu özel kişilerin adlarını hatırlamaya teşvik ediyor. Psikolojik olarak, röportajlar son 20 dakika boyunca yoğunlaşıyor, çünkü gazeteciler, yüzde 25’inin muzdarip olduğu travma sonrası stres bozukluğundan ve sosyal izolasyonlarından, deneyimlerinin bu tür deneyimleri yaşayanlar dışında hiç kimse tarafından anlaşılmaz olduğu duygusuyla konuşuyor. Çok azı, muhtemelen bunu yapmamayı öğrendiği için iç çatlaklarının belirtilerini gösteriyor ve ilginç bir şekilde, bazıları kendi acılarından bahsederken kendilerini suçlu hissediyorlar, acımamızın asıl nesnesinin hayatlarını rapor ettikleri masumlarınki olması gerektiğine inanıyorlar.
Belgeselin her detayından uzun uzun bahsetmek isterdim ama bu belgeseli izleyip o duygusal aktarıma direkt maruz kalmanız çok daha iyi olacaktır. Yazının genel gidişatından da anlayacağınız üzere ben belgeseli beğendim 🙂 Üniversite ikinci sınıf öğrenci olarak izlediğim bu belgeseli gazetecilik mezunu olarak tekrar izledim ve ilk izleyişimde göremediğim bir çok şeyi gördüm. Etkilendiğiniz işleri mutlaka bir yere not edin ve birkaç yıl sonra tekrar izleyin, fark ettim ki yıllar içinde bilgi birikimi arttıkça algılarda bir açılma oluyor. Baktığınız pencere genişliyor. Umarım belgeseli en az benim beğendiğim kadar beğenirsiniz. 🙂 Belgeseli Netflix’ten izleyebilirsiniz. ?
***Çok Önemli Not!*** Kitlesel tepkiler, eleştiriler, övgü ya da sövgüler her zaman doğruyu yansıtmaz. Birçok insan hep bir ağızdan bir dizi, film ya da kitabı övdü ya da gömdü diye o işin gerçek karşılığının bu olduğu anlamına gelmez. İzlediğinizde ya da okuduğunuzda sizin de böyle hissedeceğiniz anlamına da gelmiyor. Kendi perspektifinize güvenin, bazen pek çok insanın alamadığı tadı, göremediği inceliği çok eleştirilen bir işten alabileceğimiz ihtimalini her zaman göz önünde tutmak gerekir. 😉