Dune ile tanışalı uzun bir süre oldu. Kitapları okumuş olmama, evrene aşık olmama karşın Lynch’in yönetmen koltuğunda olduğu ilk beyaz perde macerasına elim bir türlü gitmemişti. Yeni beyaz perde uyarlamasının başında Denis Villeneuve olduğunu öğrenince Lynch’in kendisinin dahi nefret ettiği 1984 versiyonunu dönüp ilk kez izledim. Bu izleme deneyimi, Villeneuve’nin filmografisi, kitapların çıkışından bu yana muhtemel sinema uyarlaması hakkındaki söylemler bu yeni uyarlama hakkındaki beklentilerimin pek çok kez değişmesine yol açtı. Villeneuve’nin bütün filmlerini izlemiş ve hepsini ayrı ayrı çok seven biri olarak filmden en çok beklediğim şey yönetmenin güçlü görsel anlatısını her kareye aktarmasıydı. Dune bu beklentiyi tam anlamı ile karşılamasının yanı sıra çok daha fazlasını da veriyor.
Villeneuve, 1998-2000 arası çektiği üç filmin ardından dokuz yıl sinemaya ara vermiş ve ardından geri dönerek birbiri ardına klasik olarak adlandırılabilecek filmlere imza atmıştı. Prisoners, Enemy, Incendies, Sicario, Arrival gibi işleri ile hem 21. Yüzyılın en iyi yönetmenlerinden biri olduğunu kanıtlamış hem de sinemaseverler için önemli bir yere kalıcı olarak yerleşmişti. Yönetmenin asıl rüştünü ispatladığı film ise Ridley Scott’un bilim kurgu klasiği Blade Runner’a (1982) çektiği devam filmi Blade Runner 2049 (2017) olmuştu.
Şimdi de sinemaya uyarlanamaz denilen, Jodorowsky’nin gerçeğe dökemediği 14 saatlik hayalini, David Lynch uyarlamasının filmografisinde bir kara leke olarak yer aldığı Dune’u perdeye yeniden aktararak altından aynı Blade Runner’da olduğu gibi yine büyük bir başarı ile kalkmış. Atmosfer yaratmada, yeni bir dünya inşa etmede her seferinde usta işi bir film ortaya koyan Villeneuve, Dune’da da bu yönlerini filmin her bir sahnesinde ortaya çıkarmış. Dune’un iki buçuk saatlik süresi boyunca perdeden gözünüzü ayıramıyorsunuz. Perdeyi çevreleyen muhteşem ses tasarımı ile filmin süresi boyunca dünyadan koparak Dune’a tam anlamıyla kendinizi kaptırmanız mümkün.
Atmosfer ve teknik açıdan üst düzey bir film olan Dune, görkemli ve devasa aksiyon sekansları, muhteşem görüntü yönetimi, büyüleyici ve tekinsiz atmosferi hoparlörden bizlere aktaran müzikleri, kostüm ve mimari tasarımları ile destansı bir güzellikte. Villeneuve’nin görsel bütünlük kurma becerisi, insanı mekanın içinde küçük hissettirmesi, kapalı alanlarda mekan ile karakter arasında bağ kurması gibi maharetleri Dune’u görsel olarak çok üst bir seviyeye çıkarmış. Baron Harkonnen’in ürperticiliğini, Bene Gesserit’lerin karanlık tavırlarını repliklere ihtiyaç duymadan sadece konsept tasarımları ve görsel mahareti ile ortaya koymuş.
Kilise korolarını akıllara getiren sesler ve korodaki kadın sesinin baskın oluşu filmin geneline yayılan kadın karakterlerin öncü oluşunun tonunu desteklemiş. Hans Zimmer’in maharetli ellerinden çıkan soundtrack filmin bir diğer harika yönü. Bene Gesserit’lerin tekinsizliğini veren, Baron’un sahnelerinde duyulan korku hissini arttıran müzikler bir hikaye anlatma aracı olarak da katkı sağlıyor.
Padişah İmparator IV. Shaddam’ın askerleri Sardaukarlar, Harkonnenler, Atreides askerleri, stillsuit tasarımları, kostümler, araç tasarımları ayrı ayrı övgüyü hak ediyor. Çöl solucanlarının tasarımı ise başlı başına hayranlık uyandırıcı. Shai-Hulud’un tasarımı, zırhların tasarımı, Gom Jabbar sekansı gibi pek çok sekans ve tasarımın kitabı ilk kez okurken kafamdaki canlandırmaya bu kadar yakın oluşu ve hatta ötesine geçmesi beni en çok büyüleyen özelliklerinden biri oldu. Çöl gezegeninde araçlar başta olmak üzere pek çok nesnenin çöl tozu ile bezeli oluşu, evrene yaşam katıyor.
Frank Herbert’in kaleme aldığı Dune, İslam dünyasından, tarihteki pek çok kanlı mücadelelerden, kadim dinlerden, Orta Çağ’dan, feodaliteden, Çarlık Rusya’dan, Arap kültüründen ve pek çok kaynaktan esinlenen, bunların üzerine susuzluk kavramını yerleştirerek edebiyat tarihinin en görkemli serilerinden biri olmuştur. Tüm bunların yanı sıra, bilim-kurgu edebiyatının “chosen one” arketipinin ilk örneklerinden olan Paul karakteri pek çok dindeki anlatılarda da karşımıza çıkan peygamber anlatılarını takip eder. Rüyalarında kendisini yalnız bırakmayan cihad çağrısı karşısındaki çaresizliğine, boyun eğişine tanık oluruz. Büyük güç, ağır yükleri de beraberinde getirir. Özellikle de İslamiyet’in, “cihad” kavramının ve çöl anlatısının etkisi çok büyüktür. Kurmaca bir Mesih, bir peygamber anlatısı olarak başlar Dune. Sadece bir Mesih anlatısı olarak da kalmaz Dune. Çok farklı yönlere ilerler sonraki kitaplarda.
Dune, bugün klişeleşmiş pek çok anlatıyı doğuran eserdir. Çöl anlatısı ve Fremenler daha sonra Dune serisinden çok etkilenmiş olan George Lucas’ın eseri Star Wars’ta da karşımıza çıkar. Sadece bu anlatı değil, Tattoine gezegeninin tasarımında, “Voice” ve bu gücü kullanan Bene Gesserit’ler ile “Force” ve bu gücü kullanan Jedi’lar arasındaki benzerlik/esinlenme de görülür. Star Wars’ın yanı sıra Game of Thrones gibi pek çok eser Dune’dan esinlenmiştir. Luke Skywalker gibi pek çok karakter Paul Atreides’ten etkilenmiştir.
Fransız-Kanadalı olan Villeneuve’nin Dune’u sevdiklerine bağlı olan, hala bir çocuk olan Paul’ün dönüşümünün başlangıcını beyaz perdeye taşıyor. Paul ilk cinayetini işlemesi ve bir nevi içindeki aydınlığı da öldürmesi ile finaline götüren Dune Part 1, bu sebeple Part 2’sine çok ihtiyaç duyuyor. Çünkü bu sadece bir başlangıç. Villeneuve kitaptan farklı olarak, bu ilk cinayete kitabın atfettiğinden daha büyük bir önem atfederek daha doğru bir tercih yapmış. Boğa anlatısı ise hikayeye hoş bir etki etmiş. Atreides Hanedanı Arrakis’a gitmeyi kabul etmeyebilirdi ancak Leto Arrakis’e geçmeyi ne kadar riskli olursa olsun kabul ediyor. Kaldıramayacağından daha büyük bir hamle yapıyor. Ne zaman Atreides’e karşı bir hamle meydana gelse ya da Atreides’ler riskli bir hamle yapsa kamera kesik boğa başına dönüyor. Çünkü Leto boğanın/Baron’un hakkından gelemiyor en sonunda.
Atreides Hanedanı’nın yaşadıkları bu evrende, tüm seriyi göz önüne aldığımızda, önemli bir kırılma noktasıdır. Bu önemi kavramış olan Villeneuve, filmi buna göre kurmuş.
Villeneuve, karakterleri koruyarak beyaz perdeye aktarmış. Ancak 1960’lara ait ve 2021’de pek kabul görmeyecek bazı karakter tanımlarını da kitap sayfalarında bırakmış. Baron’u Herbert’in yakıştırdığı bazı özelliklere gerek duymadan, görsel becerisi ile korkutucu bir figüre dönüştürmüş. Baron’a replikler yazarak onun kötülüğünü ortaya koymak yerine, replikleri kısarak sadece görsel maharetle bunu ortaya koyması filmin süresinin daha da uzamasına engel olmuş. Bunun yanı sıra Jessica, Chani ve kadına çevirdiği Liet Kynes karakterleri ile kadınlar evrende önemli bir yer kaplıyor.
Senaryo açısından, adeta özenle seçilen repliklerin her biri olası devam filmlerinde yaşanacaklara kapı açmış. Pek çok diyaloğun kıymeti var senaryo içerisinde. Önemli detayları diyalogların içerisine sıkıştırmış. Kitabı okumuş olanlar için özenli bir detayken replikler, okumamış olanlar için merak unsuru doğurmuş. Bunun yanı sıra hologram sahnesinde Paul’ün de onlar gibi bitkiler arasına saklanması gibi çöl faresi sahneleri de aynı şekilde ileride yaşanacaklara güzel bir ön hazırlık olmuş.
Filmin devasa oyuncu kadrosu ise hiçbir şekilde üzmüyor. Rebecca Ferguson, Oscar Isaac, Stellan Skarsgard gibi isimler ise asıl parlayan isimler. Özellikle Rebecca Ferguson, Jessica’nın eve görevli seçtiği sahnede tehlikeli oluşunu, en hassas noktası olan oğlu ile olan bağını pürüzsüz bir şekilde beyaz perdeye aktarmış. Timothee Chalamet de Paul Atreides olarak çok iyi. Çok az gördüğümüz Javier Bardem de Stilgar olarak çok iyi bir seçim olmuş. Zendaya ise oyuncu kadrosunun en zayıf yönü. Çok az sahnesi olmasına karşın, yer aldığı sahnelerde Chani’yi verememesi, bir Fremen kadınından olabildiğince uzak oluşu rahatsız etmedi değil. Tabii ki asıl Chani’yi ve Zendaya’nın rolle yapabileceklerini devam filmlerinde göreceğiz.
Pek filmin olumsuz yanları neler? Filmin hikaye anlatmak bağlamında bir sonunun olmayışı, sinemadan anlatılan hikaye açısından tam anlamıyla tatmin olmuş bir şekilde çıkmanıza mani oluyor. Third Act’ın olmayışı sizi iki buçuk saatlik bir fragman izlemiş hissi ile baş başa bırakabilir. Villeneuve, Paul’un ilk cinayetine daha büyük bir önem atfederek filmin sonunu bu şekilde oluşturmayı amaçlamış ancak tam amacına ulaşamamış. Sosyal medyada The Fellowship of the Ring ile pek çok kıyaslaması yapıldı ancak Lord of the Rings serisinin bu ilk filmi bir sonu olan ve kendi içinde okunduğunda da tek başına bir film olarak karşımıza çıkıyordu. Dune Part 1 için bunu söylemek zor. Bir mini dizinin ilk bölümü gibi, tamamlanmak için Part 2’ye ihtiyaç duyuyor.
Bunun yanı sıra bir uyarlama olarak bakacak olursak; ilk kitabı ikiye bölmelerine rağmen bazı önemli detaylar atlanmış. Kitaba göre daha yüzeysel bir özet olmuş. Doktor Yueh gibi karakterler kitapta olduğundan daha az yer kaplamış. Bu da Yueh’nin ihanetini olduğundan daha az vurucu yapmış. Bazı kavramlar bilinçli bir şekilde kullanılmamış, yemek sahnesi gibi önemli sahneler kitapta kalırken, Feyd-Rautha gibi önemli karakterler kendilerine yer bulamamış. Ayrıca, kitabı okumamış olanlar için, bazı soruların cevapsız oluşu, Mentatlık gibi kavramların cevapsız kalışı ve atlanan detayların kafa karıştırıcı olabileceğini düşünüyorum.
Bir bilim-kurgu anlatısı olan Dune’da kullanılan silahların neden daha antik silahlar olduğu, evrende neden hiç A.I olmadığı gibi sorular pek cevap bulmuyor. Film hem bir kahramanın yolculuğunu anlatırken, özellikle de ikinci yarısı itibariyle bir hayatta kalma öyküsü de anlatmaya başlıyor ancak kitabı okumayanlar için bu kahramanın yolculuğu ne kadar anlam ifade ediyor tartışılır. Çünkü film, karakterleri desteklemek, onlar için üzülmek ya da sevinmek için çok fazla bir alan bırakmıyor. Duncan Idaho gibi karakterlerde bu hissiyatı yaşamak mümkün ancak genele vuracak olursak Dune Part 1, serinin geekleri için çöldeki vaha iken, seriye uzak olanlar için aynı anlamı ifade etmeyebilir.
Ancak filmdeki en önemli eksiklik susuzluk hissi. Kitapların atmosferini oluşturan başlıca etmenlerden olan susuzluk hissini Villeneuve çok yüzeyde bırakarak metnin daha da zenginleşmesinin önüne geçmiş. Fremenlerin sert mizaçları, inançları çok yüzeysel kalmış. Ancak tüm bu senaryosal eksiklerin ikinci filmde kendine yer bulabileceğini düşünüyorum. Bu düşünce de ikinci film için şimdiden gün saymaya yetiyor da artıyor. Bunun yanı sıra kitabı okumamış olanlar için film sinema çıkışında hemen kitapçıya gidip ilk kitabı hemen satın almak için gereken şevki veriyor.
Villeneuve’nin amacı ilk iki kitaptan bir üçleme çıkartmak. Oradan itibaren ise, yolun bir kısmı HBO Max’de devam edecek gibi gözüküyor. Özellikle üçüncü kitap uyarlanırsa nasıl bir film/dizi izleriz, nasıl bir uyarlama karşımıza çıkar, çok merak ediyorum. Ancak şu an kesinleşmiş hiçbir şey yok. Henüz ikinci film için dahi bir yeşil ışık yakılmış değil Warner Bros. tarafından. Serinin geleceğini, gişe rakamları belirleyecek. Şu anda 220 milyonda olan gişe rakamları ikinci bir filmi getirecek gibi duruyor ancak bekleyip göreceğiz.
Bu güzel anlatım için teşekkür ederim.
Yazınızı çok beğendim.