Yönetmenliğini Krzysztof Kieślowski’nin yaptığı üçlemenin, 1993 tarihli ilk filmi Mavi’dir. Usta yönetmenin vasiyet projesi diye de anılan üçlemede Fransız bayrağı renklerine de atıfta bulunularak özgürlük, eşitlik ve kardeşlik temaları işlenmiştir. Kieslowski, üçlemenin son filmi olan Kırmızı’dan kısa bir süre sonra, 1996 yılında hayata gözlerini yummuştur.
Üç Renk üçlemesinin ilk filmi olan Mavi, özgürlük temasını işlemektedir. Kieslowski özgürlüğü alışılmışın dışında bir şekilde, acı üzerinden seyirci önüne sürmüştür. Filmde ünlü bir besteci olan kocasını ve beş yaşındaki kızını bir trafik kazasında kaybeden Julie’nin yaşadıklarına odaklanıyoruz. Julie yaşadığı acıyı kabullenmek yerine reddetmeyi tercih ediyor. Anılarını parçalıyor, satıyor, yok ediyor. Fakat bir sahne var ki, kızının odasında asılı kalmış mavi kristalli avizeyi parçalayacakken kıyamayıp kızının anısını o avize ile sürdürüyor. Aslında acıyı kabullenmenin ilk tohumu bu sahneyle atılıyor bence. Gelecek sahnelerde o avizeyi yeni evinin en merkezinde konumlandırarak her bakışında hüzünlense de kızının kaybını somutlaştırarak kabulleniyor.
Kocasının ölümünün hemen ardından yaşadığı yüzeysel ilişki başlarda intikam hissi uyandırsa da ilerleyen sahnelerde öğreniyoruz ki, kocasının kendisini aldattığını bilmiyormuş. Buradan da fark ediyoruz ki yaşadığı ilişkiyle kendini bağlarından koparmaya çalışıyor. Çünkü çokça bilinen bir repliğindeki gibi, tüm bağların bir tuzak olduğunu benimsemiş durumda. Bağlarından ayrılmanın tek yolu ise o bağlardan kalanları yok etmek, uzaklaşmak, kaçmak.
Kader mi Tesadüf mü?
Filmde dikkat çeken bir nokta daha var. Kıl payılık. İlk sahneyle birlikte gelen kıl payı hissi, devamında da defalarca kendini hissettiriyor. İlk sahnede otostop çeken çocuk için dursalardı kaza olmayacaktı. Sokakta kavga eden adamların seslerini merak edip kapı dışına çıkmasaydı veya kapısına gelen adamı eve alsaydı Julie’nin ardından kapı kapanmayacaktı ve kapıda kalmayacaktı. Kocasının dosyasını alıp hiç okumadan çöpe atmış olsaydı aldatıldığını öğrenemeyecekti.
Fakat tüm bunlarla beraber zincir misali gerçekleşen farklı olaylar da bulunmakta. Kapıda kalmasaydı apartmandaki arkadaşı ile tanışamayacaktı. Apartmandaki arkadaşıyla tanışmasaydı onun çalıştığı kulüpte kendiyle alakalı olan habere denk gelemeyecekti. Habere denk gelmeseydi kocasının onu aldattığını öğrenemeyecekti. Kocasının aldattığını öğrenemeseydi kocasının bebeğinden de hiç haberi olmayacaktı. Ve eğer en başında kaza olmuş olmasaydı bunların hiçbiri gerçekleşmeyecekti. Kieslowski bu ikiliklerle bize, tesadüf mü yoksa kader mi sorusunu sordurtuyor adeta.
Özgürlük Mavide mi?
Julie için özgürlük mavideydi. Kızını ilk sahnelerden itibaren maviyle imgelenmiş şekillerde andığını izledik. Araba camından uçan şekerinin paketi maviydi, odası maviydi, Julie’nin atmaya kıyamadığı avize maviydi. Kısacası Julie için önemli olan tüm anılar maviydi. Acılarından kaçmak yerine kabullendiğinde, avizeyi salonunun ortasına astığında, kocasının sevgilisiyle tanıştığında, kocasının bestesini tamamlamayı kabul ettiğinde Julie özgürleşti. Çoğu yorumda Julie’nin kaçıp gitmesi, tek başına bağlarından ayrı yaşaması özgürlük olarak değerlendiriliyor fakat bence geride bıraktığı anılarını, acısını kabullenişi onu özgürleştiriyor.
Bir sahnede Julie’nin annesinin de dediği gibi, hayatta tutunacak bir sebep gereklidir. Anılardan, geçmişten, acıdan kaçarak özgürleşemez aksine boşluğa hapsoluruz. Anıları kabul etmek, geçmişi affetmek, acı çekmek için kendimize zaman vermek gereklidir.. Ve en önemlisi sevmeli ve sevilmeliyiz. Özgürlük kaçışta değil, dönüşümdedir. Bir gün ansızın tek kalabilir ya da kalabalıklara karışabiliriz. Hayat öngörülemeyen bir paradokstan ibaret. Şartlar değiştikçe, şartlarla birlikte dönüşen kimliklerimiz bizleri özgürleştirir.