Bugün seçtiğim kitap bir deneme kitabı. Çokça üzerinde düşündüğüm bir konu olan “kimlik” meselesini işliyor. Amin Maalouf, Lübnanlı bir Hristiyandır ve kitaplarını da Fransızca yazmıştır. Sırf şu tanımda bile birçok kültürü kendinde barındırdığı anlaşılıyor. İşte kendisi ve kendi gibi kültür harmanı örnekleriyle işlediği “Ölümcül Kimlikler” adlı eseri benim çok sevdiğim bir denemedir.

Bu ısrarcı sorgulama beni uzun zaman gülümsetmiştir. Bugün buna gülümsemiyorum artık. Çünkü bu bana insanlarda pek yaygın ve benim gözümde tehlikeli bir bakış açısının ortaya konuluşu gibi geliyor. Bana “içimin derinliğinde” ağır basan tek bir aidiyetin, bir bakıma “kişinin derin gerçekliğinin”, doğarken ebediyen belirlenen ve artık değişmeyecek olan “öz”ünün var olduğu inanışı yatıyor; sanki geri kalanın, bütün geri kalanın-özgür insan olarak katettiği yolun, benimsediği inanışların, tercihlerin, kendine özel duygusallığının, yakınlıklarının, sonuçta yaşamının- hiçbir önemi yokmuş gibi.
Seçtiğim paragraf da aslında kitabın tam anlamda konusunu içeriyor. İnsan ailesini, ırkını, doğduğu coğrafyayı seçemez. Sadece doğar ve o coğrafyada yaşar, o kültürle harmanlanır. Fakat ne ironiktir ki seçim imkanımızın bulunmadığı, doğuştan gelen bu kimliklerimizle yargılanır, aşağılanır, yüceltilir ya da dışlanırız.
Dinimiz, dilimiz, rengimiz etiketimiz olur. Bu etiketlerle çatışan farklı aidiyetlerimizin olması toplum tarafından kabul görmez. Tarihte de hep örnekleri yok mudur zaten? Hitler’in Yahudileri; Sırpların Boşnakları; sömürgeci devletlerin Afrikalıları katlettiği bu dünyada kimliklerimiz yüzünden öldürülmedik mi?
İnsanın tek bir kimliği olmalı; insan, insandır. Cinsiyet, din, dil, ırk sadece birer çeşitlilik.
İnsana, insan olduğu için saygı duyduğumuz günlere…
