İÜ İletişim Fakültesi Radyo TV Sinema Bölümü Dr. Öğr. Üyesi Mesut Aytekin ile diziler, dijital platformlar, festivaller, dijitalleşme ve sinema, Türk Sineması üzerine dolu dolu bir röportaj gerçekleştirdik…
Ayşe: Uyarlama senaryolar hem film hem dizi sektöründe, hem de izleyicilerin nezdinde daha fazla tercih ediliyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sinema edebiyat ilişkisi, sinemanın ilk dönemlerine kadar uzanmaktadır. Edebiyat sinemadan daha eski ve daha köklü bir sanat. Edebiyat eserlerinde özellik çok okunan eserler, bir hedef kitlesi olan, beğenilmiş, kabul görmüş eserlerdir. Özellikle ticari anlamda sinema ve televizyon sektörleri para kazanma odaklı bir anlayışa sahiptir. Dolayısıyla riski az, para kazanabilecekleri konuları tercih ediyorlar. Bu bağlamda da yıllarca tercih edilmiş, ilgi görmüş, bir hedef kitlesi de olan edebiyat eserlerinin sinema ve televizyon sektöründe yer bulması kaçınılmaz oluyor.
Edebiyat eserlerinde genel olarak sinema ve televizyon için gerekli unsurların da yer aldığını görüyoruz. Tür, çatışma öğesi, karakter anlamında zengin ve sinemanın istediklerini barındıran bir içeriğe sahipler. Bu nedenle edebiyat eserlerinin senaryolaştırılması da kolay hale geliyor. Edebiyat eserlerinin izleyici kitlesinin zihninde uzun süredir yer alması ve kabul görmüş olması da uyarlama yapımların tercih edilmesindeki en büyük nedenler arasında yer almakta. Çok önemli edebiyat eserleri mevcut. Bu eserlerin sinemaya taşınması da ayrıca topluma kültürel ve sanatsal bir zenginlik katmakta. Çünkü edebiyat kelimelerle kendini sürdüren bir üsluba sahipken sinema ve televizyon görsel bir üsluba sahip. Bu nedenle işlenen konu aynı olsa dahi farklı üsluplar aracılığıyla mesajın iletilmesi izleyici üzerinde farklı deneyimlere neden olmakta.
Beyza: Dijitalleşme her alanda olduğu gibi sinema sektörüne de girmiş bulunmakta. Bu bağlamda sinema sektöründe dijitalleşmenin olumlu, olumsuz etkileri nelerdir?
Öncelikle dijitalleşmenin televizyon ve sinema sektörüne çok olumlu etkileri oldu. Özellikle sektörde kullanılan teknik cihazlar çok ağırdı, bu cihazların lojistiği çok problem oluyordu, maddi olarak da çok pahalı cihazlardı. Dolayısıyla bir projede bütçe büyük külfet oluşturuyordu. Dijitalleşmeyle beraber cihazların küçülüp, portatif hale gelmesi lojistik anlamında büyük kolaylık sağladı. Cihazlar maddi yönden çok pahalı olduğu için kiralanması ya da yurtdışından getirilmesi gerekiyordu fakat dijitalleşmeyle maliyetin azalması bu cihazların ülkemizde de bulunabilir hale gelmesine neden oldu. Böylelikle ortaya çok daha kaliteli işler çıkmaya başladı.
Aynı zamanda dijitalleşmeden önce filmlerin kayıt işlemleri çok aşamalı ve zahmetliydi. Dijitalleşmeyle birlikte ise kayıt sistemleri gelişti ve çok daha kolay hale geldi. Bu bağlamda kayıtlar hard disklerde, bulut sisteminde vs. saklanabilmeye başlandı. Kayıt sistemlerinin gelişmesiyle birlikte kaliteli arşivler ortaya çıktı ve bu arşivlerin dünyanın herhangi bir yerine ulaştırılması çok daha hızlı ve kolay hale geldi.
Dijitalleşme kurgu konusunda da büyük kolaylıklar ve yenilikler getirdi. Her türlü mekân, kostüm, yaratık gibi akla hayale sığmayacak görüntülerin dijital ortamda tasarlanabilmesi imkanı doğdu. En önemlisi de dijitalleşme, işlerin hızlı bir şekilde gerçekleşmesini sağladı. Bu bağlamda dünyanın farklı yerlerindeki ekipler yaptıkları işleri birbirlerine aktararak eş zamanlı bir şekilde birleştirebilme olanağına kavuştu. Böylelikle çok kısa sürelerde, çok büyük işlerin ortaya çıkması sağlanmış oldu.
Filmlerin gösterim kısmına değinecek olursak, eskiden filmler gösterim yapıldıkça aşınmaya uğruyordu ve grenler ortaya çıkıyordu. Hatta filmler kopabiliyor ve yırtılabiliyordu. Bir filmin ilk gösterimiyle ilerleyen zamanlardaki gösterimi arasında büyük farklar oluşuyordu. Dijitalleşmeyle birlikte bu sorunlar ortadan kalktı. Hard disklerde, yüksek çözünürlükte saklanan kayıtlar yıllar sonra dahi aynı kalitede tekrar gösterilebiliyor, kullanılabiliyor. Özellikle televizyonda uzun süre saklanabilen bu tür arşivler çok önemli. Böylelikle filmlerde, belgesellerde geriye dönük görüntüler, tekrar aynı kalitede kullanılabiliyor. Bu imkanlar sayesinde filmlerin ölmesinin de önüne geçilmiş oldu. Geçmişte birçok önemli filmimiz gerekli koşullarda saklanamadığı için kayboldu. Aynı zamanda dünyanın herhangi bir yerindeki filmler, aynı tarihte başka ülkelerde de gösterime girebilmeye başladı. Oysa dijitalleşmeden önce farklı ülke filmleri uzun zaman sonra diğer ülkelerde gösterime girebiliyordu. Televizyon açısından da aynı şekilde, ülkemizde üretilen dizileri aynı kalitede diğer ülkelere de satabilmekteyiz. Bu bağlamda kalitenin bozulmadan servis edilebiliyor olması pazarlama açısında da büyük önem taşımakta.
Dijitalleşmeyle birlikte yeni medya ortamları oluşmaya başladı ve dijital yayıncılık gelişti. Bu anlamda sosyal medya ve internet üzerinden kayıtlara ulaşmak çok daha kolay hale geldi. Örneğin frekans sorununun ortadan kalkmasıyla internet üzerinden her yerden radyoya ulaşım imkanı sağlandı. Aynı şekilde televizyon kanallarına da internet üzerinden ulaşabilmek mümkün hale geldi. Dijital platformların da ortaya çıkmasıyla zaman ve mekândan bağımsız, televizyon ve sinemanın bir arada, melez bir yapıda yer aldığı medya ortamları oluştu. Böylelikle isteğe bağlı yayıncılık ortaya çıktı. İzleyiciler çok sayıda içeriğe aynı platform üzerinden ulaşır hale geldi. Film festivalleri açısından da çoklu bir rekabet ortamı oluştu.
Olumsuz olarak ise dijital platformların devreye girmesiyle birlikte korsan yayın problemi yaygınlaştı. Çünkü dijital platformlarda yayınlanan yapımlar, ardından pek çok internet sitesinde de paylaşılabilmekte. Bununla birlikte sektör paydaşlarının hacklenme ihtimali de ortaya çıktı. Bazı şirketlerin daha kurgu aşamasındaki projelerinin çalındığını gördük. Bilgisayarlara virüs girmesi, bilgisayarların çökmesi, projelerin ortadan kaybolmasına neden olmakta…
Dijital platformların çoğalmasıyla, sinema ölüyor mu? soruları sorulmaya başlandı. Aslında dijital platformlar sinemayı öldürmüyor. Pandemi döneminin getirdiği bir süreçle birlikte dijital platformlara talep arttı. Fakat bu zaten yaşanacak bir süreçti. Bu anlamda sinema bir değişim geçirecek ama öleceğinden söz edemeyiz. Dijitalleşmeyle birlikte insanlar evlerinde, minimal bir hayat sürmeye başladılar. Bu da doğal olarak sinemalarda bir küçülmeye neden oldu. Geleceğin sinemaları daha küçük salonlarda, daha işlevsel filmlerle, daha küçük bir kitleye hitap ederek devam edecek. Zaten sinemanın dev ekranının büyüsü, sosyalleşme aracı oluşu, katarsise erişme noktasındaki nitelikleri dijital platformlar veremiyor. Dijital platformların başlangıçtaki amacı da sinemayı yıkmak değildi. Daha ziyade ticari amaçlı, televizyon yayıncılığının dijital platformlarla buluşmasını hedefleyen bir oluşumdu.
Ekin: Geçmişte birçok önemli filmin iyi saklanamadığı için yok olduğundan bahsettiniz. Bunlardan biri de Metin Erksan’ın Hicran Yarası adlı filmi. “En sevdiğim filmim” olarak nitelendirdiği bu film bir yangın sırasında yok olmuş. Ne kadar üzücü bir durum aslında.
Bizim o dönem filmlerimizin yurt dışına gönderimi de çok olmadığı için, ülke içinde de kopyaları çok dağıtılmadığı için çok kopya da basılamıyor. Hatta sabah ilk gösterim yapılır, oradan kuryeler alır başka sinemalara götürürlermiş. Kopya çok maliyetli olduğu için böyle bir döngü varmış. Bu alt yapı o dönemde gelişmemiş.
Ekin: Pandemi ile dijital platformlar hakkındaki tartışma ortadan kalktı gibi duruyor. Vizyona giremeyen filmler, dijital platformlar sayesinde izleyici ile buluşma şansı elde etmiş oldular. Yakın dönemde Amazon MGM’i satın aldı. Artık James Bond’dan Rocky’e birçok önemli film Amazon’un kütüphanesinde.
Ama orada şöyle tartışmalı durum da var. Sinemada film vizyona giremeyince yapımcılar zarar etti. Birçok büyük bütçeli iş vizyona giremedi. Ülkemizde pek çok yapım vizyona giremedi ve pek çok salon kapandı ya da kapanma tehlikesi ile karşı karşıya. Sadece büyük salonlar ayakta kaldılar. Bunlar ileriki dönemde ciddi sıkıntı yaratacak. Ayrıca pandemide film çekilemedi ve salonlar tekrar açıldığı zaman yabancı filmlerin büyük bir istilası ile karşılaşacağız. Bir iki yıl boyunca bu şekilde devam edecektir. Yerli sinemada bir domino etkisi ile karşı karşıya kalacağız. Sektördeki yönetmenler, yazarlar büyük oranda yıprandılar. İşleyen demir ışıldar misali, yaratıcılık anlamında da yıprandılar. İki yıl film çekemeyen bir ekipten, geri döndükleri anda çok rahat ve hızlı çekim yapmalarını bekleyemeyiz. Bu nedenle bu döneme özgü bir devlet desteğine mutlaka ihtiyaç var. Bu tarz kriz dönemlerinde de sektörün ne yapacağını önceden belirlemesi gerekiyor. Pandemi hızlı ve hazırlıksız yakaladı dünya sinemasını. Özellikle Türk Sineması gibi, sektörün tam anlamıyla oturmadığı endüstriler ciddi yara aldılar. İnşallah toparlanırız. Son dönemde bir devlet desteği oldu ancak tam anlamıyla yeterli değil. Vergilerin düşürülmesi, ekstra desteklerin olması gerekiyor.
Dijital platformların belli bir maliyet düşüklüğü var. MGM satın alınması ile ilgili olarak ise Amazon çok büyük bir medya şirketine dönüştü. Bu da yapım şirketleri dijital platformların güdümüne girdi mi girmedi mi, sorusunu gündeme getiriyor. Disney, Paramount, Universal gibi büyük şirketlerin de dijital platformları var. Bakalım bu işleyiş nasıl olacak? Şu anda karma bir model konuşuluyor.
Ekin: Kariyerlerinin en kötü işlerini Netflix’e yapan yönetmenler hakkında ne düşünüyorsunuz? Yerli sinemada Ezel Akay-Dokuz Kere Leyla, Taylan Biraderler-Azizler gibi ya da yurt dışında da birçok iyi yönetmenin kariyerlerin en unutulur işlerini Netflix’e çıkartmasının sizce nedeni nedir? Bunun nedeni Netflix mi yoksa başka nedenler de var mı?
Aslında Dokuz Kere Leyla, Netflix için yapılmadı. Vizyona girecekti ancak son anda yapılan bir anlaşma ile Netflix’de yayınlandı. İyi ya da kötü oluşunda Netflix’in herhangi bir etkisi yok. Ancak öyle bir algı oluştu. Bu nedenle onu muaf tutmak lazım.
Netflix’in dünyada izlediği bir politika var. Hemen hemen bütün projelerinde yerel öykülere yer veriyor. Senaryoların başında, yönetim kısmında da bir direktör var. Dolayısıyla senaryoyu hedef kitlelerinin beğeneceği yönde ilerleten bir yapı oluşturuyor. Netflix’in aradığı fantastik atmosfer, cinayet, kadın problemi, cinsellik, alkol, milliyetçilik ya da ırkçılığa vurgu gibi özellikler… İzlediğiniz zaman bu Netflix yapımı diyebileceğiniz özellikler var. Bizim projelerimizde de bunların etkisi olduğunu düşünüyorum. Ama aynı zamanda bölgelere göre de farklılık gösteren bir yapı var. Mesela Ortadoğu’da İslami ağırlıklı bir kitle olduğu için cinsellik, LGBTİQ+, uyuşturucu, alkol kullanımı gibi konulu içerikler daha az. Hatta bazı projeler o bölgelerdeki Netflix kütüphanelerinden çıkarılıyor. Bu çıkarmalar başka ülkelerde de farklı nedenlerle gerçekleşebiliyor.
Ben Netflix’deki Türk yapımlarının çoğunu izledim. Aslında konular güzel. Muhafız’da, Atiye’de ve Aşk 101’de de konular iyi idi ama senaryo ve işleyiş konusunda bazı problemler mevcut. Bu konuda şöyle bir eleştiri de var; bütün dünyaya bu filmler servis edildiği için, senaryoların, mekânların seçimine kadar genele hitap etmesi ya da İngilizceye çevrilebilecek şekilde olmasına özen gösteriliyor gibi. Gerçekten de bazı yapımları İngilizce izledim ve bazı diyaloglar sanki İngilizceye çevrilmek için yazılmış. Bu durumda da senaryonun yapısı bozuluyor. Muhafız dizisinde, Netflix’de yer alan diğer süper kahraman dizilerine benzetilmeye çalışılması gibi bir durum var. Abartılı oyunculuk, tutarsız senaryo ve izleyiciyi devamlı şaşırtmaya çalışma dramatik yapıyı bozuyor.
Netflix’de yönetmenlerin tamamen özgür oldukları bir yapı mevcut değil. Türk yapımlarındaki sorunun da bu nedenden kaynaklandığını düşünüyorum. Fakat son yapımlardan “Bir Başkadır” ve “Fatma” bu sorunu aşmış gibi bir izlenim veriyor. Ama orada da yine klişe stereotipler var. Bunun nedeni de senaryolar üzerinde daha uzun süre çalışılmış olması. Mesela “Bir Başkadır” Berkun Oya’nın daha önceden yazmış olduğu bir proje olduğu için daha iyi bir tat verdi. Diğer projeler için bu kadar üzerinde çalışma fırsatı olmadı bence. Senaristlerin de çok önemli bir etkisi var. Diğer projeler popüler ve ticari romanlardan uyarlama. Bu hikâyelerin alt metni ile Berkun Oya’nın kaleminden çıkan Bir Başkadır’ın alt metni çok farklı.
50 M2 (Metrekare) daha yerel bir yapımdı. Daha alt bir çalışmaydı. Bir televizyon havası vardı. Mahalle öyküsü, Burak Aksak’ın ve Selçuk Aydemir’in sık kullandığı bir konsept ancak daha iyisini yapabilirlerdi. Dijital platformların yapımcılarının, iş üretenlerin de yer aldığı benim de katılmış olduğum bazı oturumlarda da sorulan bir soruydu. Netflix çok bütçe ayırmıyor. 50 M2 bir mahalle hikayesi ancak ortada bir mahalle yok. Muhafız ve Atiye’de de aynı sıkıntı var. Malzeme güzel ama çok sıkıntı var. Oyunculuklar da bir türlü oturmadı bu iki dizide. Örneğin, Çağatay Ulusoy Blu TV’nin dizisi olan Yeşilçam’da oyunculuk anlamında Muhafız’da ortaya koyduğu performansın kat be kat üstünde. Muhafız oyunculuk açısından gerçekten çok sıkıntılı.
Muhafız ile ilgili bir övgüm, İstanbul görüntülerinin muazzam güzel oluşu. Sadece o kısımlardan güzel bir İstanbul belgeseli çıkar. Turistik bir amaca hizmet etmesi de hedeflenmiş.
Ayrıca Netflix aynı anda 3-4 yönetmenle birlikte çalışıyor. Örnek veriyorum bir yönetmen ilk 3 bölümü çekiyorken kurguya gidiyor, diğer yönetmen 3 bölüm çekiyor gibi bir düzen mevcut. David Fincher, Mindhunter dizisinde bunu yapmıştı. Hızlı çalışmak adına böyle bir sistem yürütülüyor. Asıl yönetmen anlatım dilini belirliyor daha sonra bu dilin üzerine kuruluyor. Bu bağlamda Hakan Muhafız dizisi de tek bir yönetmenin elinden çıkmadığı için bazı eleştirilere maruz kalıyor olabilir. Emre Yeksan’ın da söylediği gibi dijital platformların kendine has bir dili var. Televizyon veya sinemadakinden de farklı bir üsluba sahip. İzleyici de bu yapıya izleye izleye alışacaktır. Bu bağlamda yönetmenlerin sinemadaki işleriyle dijital platformlardaki işlerini mukayese etmek biraz anlamsızlaşıyor. Sinema için çekilmiş bir proje ile dijital platform için çekilen proje farklı. Aynı zamanda yönetmenler dijital platformlarda sinemada olduğu kadar bağımsız çalışamıyorlar. Keskin zaman sınırlamaları, bütçe sınırlamaları gibi kıstaslara maruz kalıyorlar. Yayınlanma tarihleri vs. keskin sınırlarla çizilmiş durumda. Bu sınırlılıklar da ortaya çıkan işi etkiliyor olabilir. Belki de zaman içinde bu yapıya alışan yönetmenlerin ellerinden çok daha kreatif işler çıkacaktır.
Fatma dizisinin ekibi bu kreatif ortamı yakalamış gibi geldi. Oyunculuklar iyi, öykü fena değil, güzel ilerliyor izlediğim kadarıyla. Diğerlerinden bir tık daha üstte. Ancak Bir Başkadır’ı ondan biraz daha üstte bir yapım olarak görüyorum. Senaryo çok başarılı. Girift bir hikayeyi, pek çok karakter aracılığıyla seyirciye anlatıyor.
Ekin: Blu TV ve Puhu TV’nin performansını nasıl buluyorsunuz?
İsteğe bağlı yayıncılıkta farklı çalışma modelleri var. Puhu TV reklam ile finanse ediyor kendini. Blu TV’de ise aboneliğin yanı sıra kendi içinde kiralama sistemi de var. Ancak global ile yarışmaları çok zor çünkü globaldeki platformlar ile yarışmak çok ekstra bir mücadele gerektiriyor. Netflix bu sektörde ilk olduğu için yarışı şu ana kadar önde götürdü. Son verilere göre 207 milyon abonesi var. Türkiye’de de olan Amazon ise dünya genelinde 190 milyona yakın aboneye sahip, MGM’i de satın alarak yarışta arayı kapatacaklardır. Disney+, HBO Max gibi platformlar da yarışın içindeler. Yerli platformlar ise minimal kalarak güzel işler başarabilirler. Bu anlamda Blu TV çok iyi gidiyor. Televizyonda göremeyeceğimiz dizilere ve belgesellere imza atıyorlar. Film daha fazla bir bütçe gerektirdiği için henüz film kısmına el atmadılar. Şu an seyircisini alıştırma sürecini yaşıyorlar. Anlaşmalar imzalıyorlar. Yakın dönemde Discovery ile anlaşma imzaladılar. Güzel çalışmalar yapıyorlar. Zaten Türkiye’de en çok abonesi olan platform Blu TV. Daha sonra Netflix geliyor.
Puhu TV’nin ise durumu biraz farklı. Reklamlarla gelirini sağlıyor, eski filmleri kataloglarına ekliyorlar. İçerik olarak da kendi yapımları da güzel ancak sayıca az. Kendi yapımlarına kaynak ayırması gerek ancak maddi sıkıntılar nedeniyle Puhu TV’nin yerel kalacağını düşünüyorum çok büyümeyecektir. Blu TV Ortadoğu ve Avrupa’ya açılacaktır ancak dediğim gibi büyük bir yarış ve ciddi bir rekabet ortamı var. Şu anda Hollywood’daki 10 büyük yapım şirketinin ayrı ayrı dijital platformu var. İlerleyen süreçte Netflix’in de düşüşe geçeceğini düşünüyorum. Bu rekabet ortamında yarışmak kolay değil. Üstelik diğer yapım şirketlerinin platformları şirketin arşivini kataloglarına ekleyecekler MGM örneğinde olduğu gibi. Netflix, Sony ile anlaşmalıydı ancak Sony 2022’de kendi platformunu devreye sokacak. Marvel filmleri de artık Disney+ da. Yani Netflix’in artık eskisi gibi geniş bir kütüphanesi olmayacak. Anlaşma yoluyla buna bir çözüm getirilebilir tabii. Örneğin Blu TV’den Masum’u satın alması gibi.
Ekin: Şu an Türkiye’de Blu TV, Puhu TV, Netflix, Mubi ve Amazon var. Disney+, HBO Max gibi platformlar da yakın zamanda Türkiye’ye gelecek. Bu da akla hangisini üye olacağız sorusunu getiriyor.
Bu durumun ciddi bir problem oluşturduğunu söyleyebiliriz. Örneğin önceden izlemeden izlemeniz gereken 1000 film gibi listeler varken artık dijital platformlarla on binlere çıktı bu sayı. En çok hangisinin içeriğini beğeniyorsak onu tercih edeceğiz. Çünkü bir taraftan hayata da devam etmek gerekiyor. Bu dijital dünyanın ciddi bir problemi. YouTube’un bile kendi dijital platformu var. Güzel projeler çıkıyor. Gain, Vodafone TV, Bein Connect, Turkcell Plus da var. En azından bazı platformların fiyatları uygun. Yine de hepsine üye olmak maddi külfet olacaktır. Zamanında bir sürü dekoder arasından bir tanesini alıyorduk, şimdi de bir ya da iki tane platformu tercih edeceğiz. Bazen keşke bu kadar fazla olmasa mıydı, diye düşünürken buluyorum kendimi.
Ayşe: Dijital platformlardan bağımsız olarak Türkiye’nin Oscar başta olmak üzere uluslararası ödül törenleri ve festivallerdeki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Oscar haricinde Avrupa’daki birçok festivalde durumumuz iyi aslında. Eskiye oranla bir azalma var ancak yine de yaptığımız işler ses getiriyor. Başarılı yönetmenlerin bütçe bulamaması, projelerin hemen hayata geçirilememesi gibi sorunlar var. Seri halde bir film çekemiyor insanlar. Belli bir mesafe, belli bir zaman gerekiyor, özellikle de belli bir bütçe gerekiyor. Festival ve yarışmalar ciddi bir halkla ilişkiler çalışması gerektiriyor. Ben filmimi çektim, sadece göndereyim kesin kazanırım gibi bir durum yok. Lobicilik devreye giriyor bu noktada. Cannes sadece bir yarışma değil, kocaman bir endüstri var. Bir ya da iki ay önceden gidenler var, büyük hazırlıklar yapılıyor, filmler satılıyor anlaşmalar yapılıyor, özel galalar yapılıyor. Oscar da aynı şekilde. Oscar üyelerine filminizi izletmeniz lazım. Çok kalabalık bir kadroya sahip Oscar jürisi. Bu süre zarfında kamuoyu oluşturulması gerekiyor. Sadece yarışmaya girebilmek için, filminizi gösterebilmek için dahi iyi para ödediğiniz festivaller var.
Film gösterimi için ekibi oraya götürmeniz, söyleşileri için oyuncuları götürmeniz gerekiyor. Toplantılar, galalar düzenlenecek, afiş, DVD gibi ürünlerin üretilmesi gerekiyor. Bütün bu prodüksiyon masraflarının ciddi anlamda organize edilmesi gerekiyor. İlk filmini çekmiş bir yönetmen tüm bunların altından kalkamaz, büyük sıkıntı yaşar. Ciddi anlamda festival yönetimine, festival direktörlüğüne ihtiyacımız var. Bunu devlet kurumlarının, meslek birliklerinin yapması gerekiyor. Sektörde danışmanlık yapan şirketler var ancak belli bir ücret istiyorlar haklı olarak. Herkese uygun değil bu durum. Bir de her festivale her film gönderilmez. Filmin türüne, oyuncusuna, özelliklerine göre değişir. Toplumsal, kadın sorunlarına değinen, sanatsal diyebileceğimiz filmler ayrı; daha fantastik, bilim kurgu türündeki filmler ayrı festivallerde değerlendirilir. Kimi festivallerde ise sadece deneysel çalışmalara yer verilir. Festivallerin içeriklerini ayırt edebilmek ve sinema mantığını kavramak gerekiyor. Festival sürecini ve jüriyi takip etmek gerekiyor.
Nuri Bilge Ceyhan’ın her sene Cannes’a kabul ediliyor oluşunun altında da onun festivale yaraşır bir film üreteceğinin bilinmesi, tanınır oluşu, tecrübesi, ödüllerinin oluşu yatıyor. Birilerinin referans olması gerekiyor mutlaka. Semih Kaplanoğlu’nda da aynı mesele var. Bakanlık kabul alan projelere tanıtım bütçesi veriyor ancak bunların arttırılması gerekiyor. Yapımcılara bir film nasıl yarışmaya gönderilir konusunda mutlaka eğitim verilmeli. Zeynep Atakan, Aylin Taşçıyan gibi deneyimli isimler eğitim verdiler yönetmenlere bu konuda. Ancak ciddi eksiğimiz var. Yurt dışına açılmak profesyonel bir iş çünkü.
Diziler izlenmesine rağmen filmlerimiz neden yurt dışında izlenmiyor? Dizilerimiz bizimle sınır ya da kültürel açıdan bağlantısı olmayan yerlerde dahi izlenirken filmlerimiz izlenmiyor. Görüyoruz ki tanıtım ve pazarlama çok önemli. Belli bir sıcaklığı ulaştırmak, hitap etmesi de önemli.
Beyza: Yedinci Koğuştaki Mucize senaryosu uyarlama olmasına rağmen Oscar’a aday adayı olarak gönderildi. Bu yaralayıcı bir durum değil mi?
Çok katılıyorum. Yaralayıcı bir durum. Ülkeni temsil eden filmin Kore uyarlaması olması çok yanlış. Zaten çok beğenilmiş olan bir filmin uyarlamasını göndererek kurnazlık yapılmaya çalışıldı. Ancak yanlış bir mantık. Bu bize sinema endüstrisini bilmediğimizi gösteriyor. Ben ne olursa olsun senaryosu bizlere ait bir filmi seçerdim. Jüriyi ikna ederek, Kültür Bakanlığını ikna ederek ya da bir PR çalışması ile filmi bir şekilde gönderdiler. Bu Antalya Film Festivali’nde ulusal yarışmayı kapatmak ile eş değer. 50 yıldır yapılan yarışmayı açıklama yapmaksızın kapatıyorsun.
Bosna bu sene Quo Vadis, Aida? (Nereye Gidiyorsun Ayda?) filmi ile neredeyse yine alıyordu Oscar’ı. Bosna 100 yıl uğraşsa Srebrenitsa Katliamını Batı’ya anlatamaz ancak o filmin Oscar adayları arasında ilk 5’e girmesi bile yeterli. Mesela biz de Ermeni sorununu, dertlerimizi anlatan bir film gönderebiliriz. Ancak derdimizi anlatamıyoruz. Ancak derdimizi anlatırken sinema tekniklerini, senaryo estetiğini, öykü tekniğini kullanmamız gerek. Quo Vadis Aida? filminde sinemasal anlatım çok güzel kullanılmış. Didaktik bir şekilde gözümüze sokmuyor ancak katliamı iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Biz de bu içerikleri üretecek bir sürü yönetmen var.
Ekin: Türk Sineması’nda dram ve komedi dışında türlere neden ağırlık verilmiyor? Türk aksiyon sineması, Türk korku sineması gibi alt türlerden neden bahsedemiyoruz? Güzelliğin Portresi filmi başarılı bir filmdi ancak bizim sinemamız için daha önce pek denenmemiş bir türken, Batı sineması için eskide kalan bir anlatı.
Her endüstriyi kendi içinde değerlendirmek çok önemli. Geçirdikleri evreler çok farklı. Her endüstrinin kendine has bir gelişimi var. Sinema kendi toplumundan, kendi aydınından beslenir. Ticari sinema ise çok farklı. Para kazanmak için, dönemde ne popülerse, seyirci ne seviyorsa ona gider. Biz de Yeşilçam’dan beri süregelen az para ile iş yapıp çok kazanmak mantığı var. Çok bütçe ayrılmıyor bu nedenle. Sınırlandırılıyor bütçeler. Bu nedenle filmler, hak ettiği bütçeyi alamıyor. Bilim kurgu, korku gibi türler de bu nedenle çekilemiyor. Efekt, prodüksiyon vs. gerekiyor çünkü. Geriye dram komedi kalıyor. Maddi sıkıntı, alt yapı sıkıntısının yanına bir de seyirci ya izlemezse korkusu ekleniyor. Sinema orta sınıfa hitap eder. Örneğin Muhafız dizisi sinemalarda yer alsaydı genel izleyicinin ilgisini çekmezdi, kimse izlemezdi. Ancak Gora filmindeki gibi bir tarzın içine sokarsan izlerler. Riskli işler bunlar. Yönetmenler başka tarz işler çekmek ister ancak yapım şirketi zarar ettiği için bir daha farklı türlerde film çekmek gibi bir şans eline geçmez. Güzelliğin Portresi örneğinde olduğu gibi.
Ülkenin şartlarını zorlayarak güzel prodüksiyonlar yapılabilir. Ayla, Müslüm gibi işler dekor anlamında prodüksiyon anlamında iyi işlerdi. Sorun senaryonun iyi çalışmaması. Özellikle de Çiçero filminde bu sorun çok ön plandaydı. Bu kadar masrafa bu eksikliklerin yer alması kötü hata. Hür Kuş filminde de aynı sıkıntılar vardı.
Tolga Karaçelik’in Sarmaşık filmi çok az bütçeyle çekilmiş ancak Hollywood’da olsa ayakta alkışlanacak film. Gerilim, distopik özelliklere sahip olan bir yapım. Kelebekler de çok başarılıydı. Vavien, Nuh Tepesi yine çok başarılı yapımlar. Kovan, Saf fena olmayan işlerdi. Bizim Büyük Çaresizliğimiz, Mustafa Hakkında Her Şey, Küçük Kıyamet, Ulak hikâye anlatımı açısından başarılı filmlerdi. Babam ve Oğlum başarılı bir dram örneği. Reha Erdem’in Kosmos, Hayat Var gibi birçok başarılı yapımlar var sinemamızda.
Onur Ünlü’nün beğendiğim bir sözü var: “Sinemayı kendimize göre, yeniden anlatmamız gerekiyor.” mealinde. Biz bugüne kadar sinemayı, Amerikan Sineması, Batı Sineması şeklinde yorumladık. Bu tarafa geçip, sinema bizim için nedir, sorusunu baştan sormak gerekiyor.
Ahmet Uluçay, filmini çekene kadar bin bir zorlukla uğraştı ancak filmini çektikten sonra baş tacı edildi. Çünkü bu topraklara özgü bir şey anlatmaya çalıştı. Sinema eğitimi olmamasına rağmen kendini kanıtladı bir uzun metrajı ile. Şu anda hakkında yazılmış 4 kitap var. Hakkında dört tane kitap olan fazla yönetmenimiz yok. Reha Erdem, Onur Ünlü, Derviş Zaim hakkında yazılmış eserler de var. Ancak tek filmle 4 kitap yazdırabilmiş bir yönetmen yok.
Zaim demişken Nokta filmi gibi bir filmi kim çekebildi? Biçim, üslup açısından çok deneysel bir çalışma. Çok izlenmedi ancak kalıcı bir eser. Bir fikir var ortada.
Ozan Açıktan’ın Annemin yarası çok başarılı bir filmdir. Çok değerli ve önemli bir film. Ticari sinemada biraz daha kötüyüz ancak.
Ekin: Giovanni Scognamillo’nun Fantastik Türk Sineması eserinde Türk Sineması’nın bu dönemi uzun uzun açıklanır. Fantastik Türk Sineması’nın günümüz sinemasına etkisi olduğunu düşünüyor musunuz? Oradaki elementler günümüz sinemasına geçti mi? Gora ve Yahşi Batı gibi işlerde görüyoruz bu etkiyi ancak genele vurduğumuz zaman böyle bir etkiden söz edebilir miyiz?
Yeşilçam çok cesur bir sinemaydı. Metin Erksan, Halit Refiğ gibi isimler hariç genelde çoğu kişi endüstriyi çok iyi bilmiyorlardı ancak cesurlardı ve bu sayede türler üzerine denemeler yaptılar. Kovboy filmleri, uzaylılar, vampirler, bilim kurgu gibi konular işlendi. Uzaylılar İstanbul’a geldi. Fikir olarak başarılı ancak uygulamada başarısız filmler. Keşke devamı gelseydi.
Cem Yılmaz ise, entelektüel birikime sahip, popüler kültüre ve Yeşilçam’a çok hakim. Bu yönü ile hikaye anlatıcılığını birleştirdi. Onun sinemasında bu nedenle biraz farklı bir durum var. Göndermeler yaptı, oradan beslendi. Şimdi Erşan Kuneri’ye dizi olarak hazırlıyor. Yeşilçam erotik film dönemini anlatacak. Yeşilçam’a Saygı duruşu niteliğinde olan Arif v 216 da bu özellikleri taşıyordu. Ancak bunun dışında bir devamlılık, geçmişten günümüze bir etki yok. Zaten 80 darbesi ile kırılma yaşandı Türk Sineması’nda. Yeni bir Türk Sineması anlayışı ortaya çıktı 1990 ve sonrası. Yeşilçam’dan kopuş yaşandı. Dünya ve Türkiye değişti, yeni yönetmenler ortaya çıktı. Yeşilçam yönetmenlerinin ufak bir kısmı bu dönemde de film üretmeye devam etti. Diğerleri sinemayı bıraktı. Okullu yönetmenler geldi. Usta çırak ilişkisi kalmadı.
Farklı türlerde denemeler yapılsın, isterim elbette. Ancak devam eden bir şey söz konusu değil. Ancak şunun altını çizelim: Yeşilçam gerçekten cesur bir sinemaydı.
Ekin: Süper kahraman uyarlamaları, Star Wars öykünmeleri çekilmiş bu dönemde. İyi veya kötü tartışılır ancak denenmiş olması bile ilgi çekici. Turist Ömer Uzayda bir Star Trek uyarlaması mesela. Fantastik Türk sineması bir şey başlatmış ancak ne yazık ki devamı gelmemiş, üstüne konulmamış.
O zamanki seyirci bu tür içeriklere aç. Onlara güzel geliyor ancak biz bilgi birikimimizle, Yüzüklerin Efendisi, Azınlık Raporu gibi bu türün çok iyi örneklerini gördüğümüz için farklı bir gözle bakıyoruz. Bu nedenle iyi ya da kötü olarak nitelendirirken dönemine göre değerlendirmek önemli. Ancak çok güzel eserler de ortaya çıkartılmış. Yerelleştirmeler çok hoş yapılmış Turist Ömer örneğinde de olduğu gibi.
Güzel bir röportaj olmuş, keyif alarak okudum. Sevgiler