The Power of The Dog
Piyano (1993) filmiyle Oscar’da En İyi Özgün Senaryo, Cannes’da Altın Palmiye kazanan ve bu prestijli ödülü kazanan ilk kadın olma ayrıcalığına sahip, 78. Venedik Uluslararası Film Festivali‘nin Gümüş Aslan galibi Jane Campion, Bright Star’dan 12 yıl sonra The Power of the Dog ile beyaz perdeye döndü.

Thomas Savage’ın 1967 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan, neo-western olan the Power of the Dog filminde aynı çatı altında bir çiftlik işleterek hayatını sürdüren, birbirine tamamen zıt iki kardeşin hikayesini izliyoruz. İki kardeşten daha ılımlı ve iyi imaja sahip olan George (Jesse Plemons), genç anne Rose’la (Kirsten Dunst) evlenince iktidar alanındaki tek lider olmaya alışmış, herkesin çekindiği, sert mizaçlı kardeşi Phil’in (Benedict Cumberbatch) rahatı bozuluyor.
Evin yeni sakinine karşı bir iktidar mücadelesi başlatan ve kaçan huzurunu geri yakalamak için çaba sarf etmeye başlayan Phil, maskülenliğin hakim olduğu topraklarda erkeklere biçilen rollere uygun görünmeyen, Rose’un oğlu Peter’ı (Kodi Smit-McPhee) mücadelesi için yakınına çekmek için uğraş veriyor. Lakin Peter ile olan yakınlaşması hiç hesaba katmadığı noktalara varıyor.
Kardeşlerden Phil oldukça sert ve muhafazakâr görünen, arkadaşları arasında dominant karakterde biriyken George onun aksine daha uysal, sabırlı ve cana yakın bir insan. Bunu sadece dış görünüşlerine bakarak bile söylemek mümkün. Uzun yıllardır sahip olduğu ve giriş çıkışın pek yaşanmadığı (izin vermiyor) konfor alanına bir başka insanın dahil olması Phil’i ikinci plana itiyor. Sahip olduklarını elinde tutmak isteyen Phil, bu değişime ilk andan itibaren karşı koymaya çalışıyor.
Rose’a düzenbaz olduğunu ve George’la parası için beraber olduğunu söylerken, Peter’ı ise kendi kriterlerine göre bir erkek olarak bile görmüyor, saygı duymuyor. Tüm bu durumlar evde sürekli bir gerilimin yaşanmasına neden oluyor. Aynı ev içine sığamayan insanlar haline geliyorlar. Rose bu çatışma altında psikolojik olarak eziliyor ve kendini alkolün kollarına atıyor.

Phil kendi nezdinde savaş olarak gördüğü bu mücadelede ezici taraf olduğunu fark ettikçe bu yanını daha sık göstermeye başlıyor ve rakibinin tabiri caizse can alıcı noktasına hedef alıyor. Özellikle Phil ve Rose sahnelerine bakarsak iletişimlerinde bir sorun olduğu aşikar hatta ortada pek iletişim diyebileceğimiz bir durum da yok. Phil rakibini ciddiye bile almadan adeta bir hayvanla iletişim kurar gibi Rose’la karşılaşınca ıslık çalıyor ya da piyano çaldığı zamanlarda eğlencesini baltalayarak ‘burada yalnız değilsin’ mesajı ile gerilimi arttırmak için elinden geleni yapıyor. Rose için Peter’ın öneminin farkına varan Phil, annesinin uzak tutma çabalarına rağmen Peter ile iletişim kurup onu yanına çekmek için bir nevi zeytin dalı uzatıyor. Koca çiftlikte herkes tarafından varla yok arası olan Peter görünür olmak için bu fırsatı kaçırmıyor ve bir anda kendini savaşın ortasında buluyor.
Aslında filmin başında oldukça duygusal bir tip olarak görünse de Peter’ın zamanla gerektiğinde ne kadar soğukkanlı olabileceğini anlıyoruz. Özellikle yakaladığı tavşana başta şefkat gösterse bile sonrasında soğukkanlılıkla tavşan üzerinde anatomi çalışması Peter’ın pek de göz ardı edilmemesini gösteren ilk anlardan biri.
Annesinin günden güne alkol ile yok oluşuna şahit olan Peter, bu mücadelede sadece bir piyon olmadığını ispatlayacak bazı kararlar almaya başlıyor ve öncelikle kaleyi içten fethetmek için bilgi topluyor. Peter tabiri caizse düşmanını tanımaya ve onun güvenini kazanmaya yönelik adımlar atıyor. Phil’in sert ve aşırı eril görüntüsünün arkasındaki herkesten gizlediği eşcinsel yönelimlerinin farkına varıyor. Ata binmeyi kendisine öğreten kişiyle olan bağlılığını sorguluyor. Onun çıplak erkek fotoğraflı dergisini görüyor, çıplak yüzerken seyrediyor. Tüm bunlar kendisini zaten eşcinsel olarak gören Phil’in aklına girmesini kolaylaştırıyor. Hem Phil’in yaptığı işlere ilgi duyuyormuş gibi davranarak (ata binmeyi öğrenmesi, yeri geldiğinde acımasız olması) hem de onunla yakınlaşarak aklına girmeye başlıyor.

Rose’un çöküşü hız kesmeden devam ederken diğer yandan bu savaşın en can alıcı hamlesini yapıyor. Phil’in sahip olduğu kimsenin dokunmaya bile cesaret edemediği derileri bir kızıl deriliye vererek adeta fitili ateşliyor. O deriler yakılacak olmasına rağmen aslında bu iktidar savaşının önemli unsurlarından, kimsenin sözünü ikilet(e)mediği Phil’in emirleri ilk kez yerine getirilmiyor. O yüzden kendinin yok sayıldığı bu karara Phil adeta ateş püskürüyor.
Annesi için endişelenen Peter o can alıcı kararı veriyor ve daha öncelerde atıyla gidip şarbondan dolayı ölen bir inekten aldığı derileri, Phil’in ip yapmak için kullandığı deri parçalarının olduğu suyun içine koyuyor. Kıymık sonucu eli yaralanan ve bu yarayı önemsemeyen Phil, o getirilen suya elini sokarak bakterinin kendisine nüfuz etmesini sağlıyor. Böylece önemsenmeyecek bir güç olarak görülen zayıf halka Peter, katilin olmadığı bir cinayet gerçekleştiriyor. Çünkü filmin başında da dediği gibi annesinin mutluluğu için her şeyi yapmaya hazır. Phil’in ölümü bir bakıma annesine de hayat vermiş oluyor.
Hafif ritimde ilerleyen bu film belki herkese hitap etmeyebilir ama benim beğendiğim bir proje oldu. Sadece üç salonda gösterimi olduğu için bilet bulmak zor oldu ama buna değer bir iş olduğunu düşünüyorum.
**Çok Önemli Not!** Kitlesel tepkiler, eleştiriler, övgü ya da sövgüler her zaman doğruyu yansıtmaz. Birçok insan hep bir ağızdan bir dizi, film ya da kitabı övdü ya da gömdü diye o işin gerçek karşılığının bu olduğu anlamına gelmez. İzlediğinizde ya da okuduğunuzda sizin de böyle hissedeceğiniz anlamına da gelmiyor. Kendi perspektifinize güvenin, bazen pek çok insanın alamadığı tadı, göremediği inceliği çok eleştirilen bir işten alabileceğimiz ihtimalini her zaman göz önünde tutmak gerekir. ?
