En son bir Ryan Murphy projesini tam anlamıyla beğeneli çok uzun zaman oldu sanırım. Bu sene Netflix ile Dahmer ve The Watcher gibi projelere imza atan Murphy, adını ilk olarak, Nip/Tuck ve Glee gibi dizilerle duyurmuştu. Kendisi ile benim de ilk tanışmam Glee aracılığıyla olmuştu. Zamanında ilk sezonunu severek izlediysem de sonradan bir daha geri dönüp devam etmedim.
Korku ve gerilim janrlarında ise en son severek ayrıldığım Ryan Murphy projesi için 2012’ye kadar gitmem gerekti. En son American Horror Story’nin ikinci sezonu olan Asylum’u büyük bir beğeni ile bitirmiştim. İlk iki sezonunu çok sevdiğim dizinin devam sezonları ara ara ilk iki sezonun kalitesine yaklaşır gibi olsa da gözle görülür bir düşüş ortadaydı. Özellikle de Lady Gaga’lı 5. sezon Hotel ve 7. Sezon olan Cult’u bitirmeye dahi katlanamadığımı hatırlıyorum. Bu kötü iki sezon arasındaki Roanoke sezonunu ise severim. Özellikle Hotel’den sonra çöldeki vaha gibi gelmişti. Freak Show ise çok iyi başlayıp düşüşe geçen sezonlardandır benim için. Ancak, Edward Mordrake efsanesini konu alan Halloween Special bölümleri sezonun en iyi bölümleridir. Cult sonrası sezonlar ise çok iyi başlayan bir antoloji serisinin ne hale geldiğini görmek açısından ders niteliğinde adeta.
Murphy’nin kariyeri korku ve gerilim janrı ile sınırlı değil elbette. Yönetmen ve senarist koltuğunda oturduğu ve bir dönem baya popüler olan, Julia Roberts başrolünde yer aldığı, 2010’da yayınlanan Eat Pray Love da filmografisinin bir parçası.
American Crime Story’nin ilk sezonu, slasher tarzındaki Scream Queens, The Normal Heart ve Feud ise tam anlamıyla beğendiğim son Ryan Murphy projeleri oldu. Özellikle de American Crime Story’nin ilk sezonu People v OJ Simpson açık ara en sevdiğim Ryan Murphy projesi olabilir. Versace cinayetini konu alan ikinci sezonu fena olmasa da olayın Versace tarafından daha ziyade cinayeti işleyen Andrew Cunanan tarafını anlatmayı tercih ettiği için, ilk sezona nazaran takip etmesi daha yorucu bir sezondu. Son olarak Pose ise klasik bir Ryan Murphy dizisi sorunlarından muzdarip olsa da yine de sonraki geleceklerin yanında çok daha iyiydi.
Murphy, 2018‘de Netflix ile 5 yıllık bir anlaşma imzalamıştı. Bu anlaşma kapsamında yayınlanan ilk proje Gwyneth Paltrow’lu The Politician dizisi oldu. Ardından, Hollywood, Ratched, Halston dizileri geldi. 2020’de The Prom isimli James Corden’ın adeta bir şaka unsuru olduğu film yayınlandı. Bu sene ile Netflix ile anlaşması kapsamında üç farklı proje ile karşımıza çıktı Murphy. İlki, Evan Peters’ın başrolünde yer aldığı Dahmer: The Jeffrey Dahmer Story oldu.
Dahmer’in kurbanlarının dizide yansıtılma şekli sebebiyle büyük tartışmalar çıkaran dizi, mahkemelik olmaya da hazırlanıyor. Dahmer’in babası söylenenlere göre Netflix’e dava açmayı planlıyor. Dizinin çıkardığı bir diğer tartışma da dizinin ardından, Dahmer kostümünün Halloween kostümleri arasında popülerleşmesi oldu. En sonunda eBay aldığı bir kararla bütün Dahmer kostümlerini yasakladı.
Dahmer dizisi ise yine pek çok Ryan Murphy projesi gibi, potansiyeline asla çıkamayan ve oyuncuların ellerinden geldiğince dizinin açıklarını kapatmaya çalıştığı bir diziydi. Çok iyi bir açılış bölümüne sahip olmasına karşın, bir ya da iki bölüm hariç devamında asla aynı çıtaya ulaşamıyordu. Murphy, verdiği bir röportajda Dahmer’in kurbanlarının ailelerine ulaşmaya çalıştığını ancak kimsenin geri dönmediğini belirtmiş. Aileler zaten zamanında yeterince travmatize olmamış gibi bir de gelip yaşadıklarını Murphy’e anlatıp yeniden o günleri yaşamayı tercih etmemiştir muhtemelen. Dahmer, diğer pek çok seri katil gibi küçük ekranda ve beyaz perdede pek çok kez yer aldı. Çekimler boyunca Dahmer rolünden çıkmadığını söyleyen Evan Peters’a da bir süreliğine Ryan Murphy’den uzak bir hayat diliyorum. Bu arada dizinin devam sezonları da onaylandı. Her sezon bir başka seri katil hikayesi şeklinde devam edecek.
Murphy’nin bu sene çıkan ikinci projesi ise, yapımcılığını yaptığı, Stephen King’in kısa hikayesinden uyarlanan film Mr. Harrigan’s Phone oldu. Uyarlandığı hikaye kısa ve hiçbir yere bağlanamayan bir konuya sahip olan film her açıdan vasatın altında kalıyordu. Murphy’nin en son çıkan projesi ise, bugün bahsedeceğim The Watcher dizisi oldu. Mini parantez, The Watcher da ikinci sezon onayını aldı. Hadi gelin, bu biraz uzun girizgahın ardından gelin taşınmanın zorlukları konulu dizimize geçelim.
Gerçekte Neler Yaşandı?
Gerçek bir olaya dayanan dizinin konusu ise şöyle: Nora ve Dean Brannock çifti çocukları Ellie ve Carter ile New Jersey’de hayallerindeki eve taşınır. Ancak, ailenin yeni ev heyecanı çok uzun sürmez. Kendisini “The Watcher” olarak tanıtan gizemli biri aileye rahatsız eden mektuplar göndermekte, evin bekçisi olduğunu ve aileyi gözetleyeceğini belirtmektedir.
Dizi, 2018 yılında New York dergisinde yayımlanan “The Haunting of a Dream House” adlı makaleye dayanıyor. Derginin web sitesinin The Cut kısmında yayınlanan makale, Amerika, New Jersey’nin ufak bir kasabasında, hayallerindeki eve taşınan Derek ve Maria Broaddus çiftinin ve çocuklarının yaşadıklarını anlatıyor. Ryan Murphy’nin elinden “ilginç geçmişe sahip evlere taşınan ailelerin başına gelenler” anlatısını AHS’nin ilk sezonu Murder House’ta da izlemiştik.
Aile, 2014 yılında eve taşındıktan çok kısa bir süre sonra, “The Watcher” isimli birinden mektuplar almaya başladıklarını belirtiyor. Mektupların sayısı fazla olmamasına karşın, 2019’a, aile evi satana dek sürmüş bu korku. Mektuplarla birlikte evin bulunduğu çevrenin birtakım olaylara da ev sahipliği yaptığı ortaya çıkıyor.
Ailenin ilk aldığı mektup, evin yeni sahiplerine ithafen yazılmış. Mektubu yazan kişi kendisini “The Watcher” olarak tanımlamış ve ailenin evinin kendi ailesinin adeta bir görevi olduğunu, evi beklemek ve gözlemekle sorumlu olduklarını belirtmiş. Dedesinin 1920’lerde, babasının ise 1960’larda New Jersey, Westfield’daki 657 Bulvarı’nda yer alan ve yakında 110.’cu doğum gününü kutlayacak bu evi devamlı izlediğini söyleyen The Watcher, şimdi evi izleme sırasının kendisinde olduğunu aileye bildirmiş. Mektupta ayrıca, aileye evin tarihini, duvarların içinde yer alanları bilip bilmediklerini ve neden burada oldukları sorusunu da sormuş bu anonim gözcü. Polis, evin içinde arama yapmasına karşın mektupta bahsedildiği gibi duvarların içinde ya da evin altında herhangi bir şey bulamamış.
Mektubu yazan, aynı zamanda çiftin çocuklarını gördüğünü, üç tane olduklarını bildiğini ve evin çocuklarla dolu olmasının da önemli olduğunu belirtmiş. Özellikle de bu cümle ile büyük bir korku yaşayan çift, başvurdukları polisten komşulara hiçbir şey söylememeleri konusunda tavsiye aldığını belirtiyor. Polis, bu dönemde gönderenin komşulardan biri olduğuna inanıyordu. Gelen mektuplardan bazı cümleler, özellikle de çocuklarla ilgili olan kısımlar, dizi içerisinde gelen mektuplarda da birebir kullanılmış.
Araştırmalar sonunda, Michael Langford isimli bir komşudan şüpheleniliyor. Evinin, ailenin evini tam da mektupta bahsedildiği şekilde görüyor oluşu ve Langford’un ailesinin tuhaf insanlar olarak bilinmesi bu şüphelerin sebebi. Langford ailesinin annesi Peggy 90’lı yaşlarda, 60’lı yaşlardaki yetişkin çocukları ile yaşayan bir kadın. Şizofreni teşhisi konulduğu bilinen oğlu Michael işsiz ve kimi zaman diğer komşuların bahçelerine girerek camlarından içeri bakıp onları rahatsız etmesiyle meşhur. Yine de aile zararsız olarak biliniyor.
Ancak, Langford bu suçlamadan aklanıyor. Hiçbir şey sonuç elde edemeyen aile komşularını araştırmak amacıyla özel dedektif tutuyorlar. Bu süreçte iki mektup daha geliyor. Özellikle de ikinci mektupta, gözcü ailenin çocuklarından adları ve lakapları ile bahsediyor. Bunun yanı sıra, ancak evin içine girip çıkan birilerinin bilebileceği detaylardan bahsediyor.
Araştırmalar devam ederken, Broaddus ailesi yeni bir bilgi öğreniyor. Bir önceki ev sahipleri de taşınmadan hemen önce aynı kişiden mektup almışlar. Ancak taşınan ailenin belirttiğine göre, bu mektup öncesinde evde yaşadıkları 23 yılda hiçbir sorun yaşamamışlar.
Broaddus’lar bu mektupların yarattığı korku sebebiyle eve taşınamıyor. Bu süreçte de yukarıda da bahsettiğim evin bir önceki sahiplerine dava açıyor. Sebepleri ise, ailenin onlara da gelen bu mektuptan bahsetmemesi. Ancak daha sonra, dava kapanıyor. Aile bu süreçte, gizemli gözcünün kimliğini keşfetmeye çalışırken, giderek paranoyak bir hale bürünüyorlar. Bu paranoya hali, aileyi bütün komşularından ve hatta çevrede yaşayan herkesten şüphelenmeye kadar götürüyor.
Bu anonim gözcünün varlığı bütün çevrede yayılıyor. İnternet fenomeni haline de gelen bu olay ile ilgili ortaya pek çok teori atılıyor. Bunlardan biri gözcünün evin içinde kimsenin fark etmediği gizli bir bölmede yaşadığı. Bir başka ve pek çok kişinin inandığı teori ise, ailenin evi satın almaları sonunda yaşadıkları ekonomik zorlukları kapatmak için bu mektupları kendilerinin yarattığı. Böylece aile, basının da ilgisini çekerek maddi kazanç sağlayabilecekti.
Günümüzde dizide de olduğu gibi, bu gözcünün kimliği hala gizemini koruyor. Dava hala açık. Bazı kanıtlar, mektupları gönderen kişinin evin yakınlarında yaşayan yaşlı bir kadın olabileceği yönünde ancak başka bir bilgi yok. Aile 5 yıl sonra, 2019’da evi kendilerinin satın alırken ödediği miktarın çok daha azına satmayı başardı. Evin, özellikle de makalenin ardından devamlı fotoğraflanan ve korku evi olarak adlandırılan bir turist alanına dönüşmesi ve tabii ki gizemli gözcünün varlığı satış süresinin uzamasına neden olmuş. Evin satışı ile ilgilenen emlakçılar, en korkusuz görünen müşterilerin bile evde yaşananları öğrendikten sonra satın almaktan vazgeçtiklerini söylüyor. Yeni ev sahipleri ise, herhangi bir mektup almadıklarını belirtiyor.
Orijinal evin satış aşamasında emlak firması tarafından yapılan bir tanıtımı mevcut. Benzer bir tanıtım çekimini Netflix, dizide kullanılan ev için de yapmış. Karen Calhoun eşliğinde evi gezebilirsiniz.
Dizideki Farklılıklar
Ryan Murphy, tabii ki gerçek hikayeyi olduğu gibi takip etmek yerine eldeki verileri alıp yepyeni bir yol çizmiş. Tabii ki ilk yapılan değişiklik ailenin adının Brannocks olarak değiştirilmesi. Jennifer Coolidge’in karakteri Karen da dizi için yaratılan karakterlerden biri. Richard Kind ve Margo Martindale’in karakterleri Maureen ve Mitch de yukarıda bahsettiğim The Cut’da yayınlanan makalede çok az bahsedilen komşulara dayanıyor. Makaleye göre, evin içinde çalışanlardan biri, taşınma sırasında iki kişinin sandalyeleri üzerinde kıpırdamadan evi izlediklerini belirtmiş.
Dizide tuhaf komşulardan birini canlandıran Mia Farrow, ki dizinin en güzel taraflarından biri de kendisini izlemekti, gerçek hikayenin dizi için sadece bir başlangıç noktası olduğunu, kendi karakterinin gerçek olup olmadığını bilmediğini belirtmiş.
Mia Farrow’un canlandırdığı Pearl ve Terry Kinney’in canlandırdığı Jasper, temelde yukarıda da bahsettiğim Langford ailesine dayanıyor. Ancak, dizide gerçek kişilere göre çok daha tuhaf ve gizemli çizilmişler. Ayrıca, dizide olduğu gibi, Broaddus ailesinin evlerine zorla girme gibi olaylar yaşanmamış. Ailenin uğraştığı tek şey mektuplar ve çevredeki tuhaf komşulardı. Dizide, Jasper’in aileyi sık sık korkuttuğu evin içindeki asansör de yine dizide yapılan değişiklikler arasında. Gerçekte böyle bir asansör yok.
Dizide Westfield Preservation Society adı ile yer alan kurul gerçekte de var olan bir oluşum. Aile, evi satma aşamasında iken, evin arsasını ikiye bölüp yeni evlerin inşa edilmesi planını Westfield Planning Board’a sunmuş. Çevre sakinleri ise dizide olduğu gibi evin iç tasarımı ile ilgili değil ama yeni inşa edilmesi planlanan evlerin garajları, ağaçların yıkılması ihtimali üzerine tartışmışlar. İlginç olan ise, Pearl karakterinin esinlenildiği Abby Langford, bu tartışma esnasında, ömrünün 60 yılını bu çok güzel olan eve bakmakla geçirdiğini ve değişiklik istemediğini belirtmiş.
Dizide de John Graff karakterinin esin kaynağı olan John List, gerçekte ailesini öldürmesinin ardından uzun süre ortadan kaybolan bir seri katil. Bu korkunç cinayetler dizide, ailenin taşındığı evde yaşanmış gibi gösterilse de gerçekte evin yakınlarında, 1971 yılında yaşanmış. Yaklaşık 18 yıl boyunca kaçak hayatı süren John List, America’s Most Wanted programında kendisi hakkında yapılan bir bölümün ardından yakalanmış. Ayrıca, dizide yansıtıldığı gibi John List’in The Watcher ile bilinen bir bağlantısı yok. Üstelik, The Usual Suspects’teki Keyser Söze karakteri de John List’ten esinlenilerek yaratılmış.
Dizide yapılan değişikliklerden biri de ailenin çocukları. Sayıları ikiye düşürülürken yaşları da değiştirilmiş. Gerçek olayda mektupların ilk gelmeye başladığı dönemde üç çocuk da henüz 10 yaşında bile değil. Bunun yanı sıra, dizide aile eve tam olarak taşınsa da gerçekte aile ilk gelen mektuptan dolayı eve asla tam olarak taşınamıyor. Eklenen bir diğer olay ise, bebeklerle haşır neşir olan tarikat. Dizide bahsedilen bu tarikatın gerçekle vaka ile ilgili hiçbir bağı yok.
Dizinin final anında Dean ve Nora’nın evden taşınmış olsalar da evden kopamamış olduklarını görüyoruz. Olayları yaşayan çift de evden kopmuş olmalarına karşın gözcünün de onlarla beraber hareket ettiğini hissettiklerini, evden kopamadıklarını belirtiyor. Özellikle Derek Broaddus, evin ve bu anonim gözcünün kendisini çok etkilediğini, psikolojik destek aldığını söylemiş. Bununla birlikte, gerçek çift de olayların yaşandığı süre boyunca birbirlerinden kopma noktasına gelmiş.
Son olarak, ailenin yaşadıkları ile ilgili yapılan ilk kurgu eser The Watcher değil. 2016’da Lifetime tarafından yapılan The Watcher isimli bir film de var. Filmin hikayesi, temelde ailenin hikayesine dayansa da çok farklılaşıyor. Aile, vakanın haklarını Netflix’e satsa da Lifetime tarafından yapılan filmden farklı olarak hikaye üzerinde kontrol hakkı da istemişler. Ailenin Netflix’e sunduğu iki istek, senaryoda kendi adlarının kullanılmaması ve dizideki ailenin fiziksel olarak kendilerine benzememesiymiş. Ailenin bu iki isteği, ailenin adının Broaddus’tan Brannock’a değiştirilmesine ve yukarıda da bahsettiğim çocuklarla ilgili farklılıklara yol açmış. Hatta aile, dizinin yaratıcılarına, dizinin finali için evin yanabileceğini, böyle bir final olursa kendileri için sorun olmayacağını da belirtmiş.
Peki tüm bu bilgilerin ardından, dizi nasıl olmuş? (Spoiler İçerir)
The Watcher Netflix’e ilk geldiğinde pek izlemeye niyetli değildim. Çok severek izlediğim bir türde olmasına ve iyi – kötü fark etmeksizin bu türde pek çok içerik tüketmiş olmama rağmen The Watcher beni çekmedi. Belki de Ryan Murphy’den ve binlerce kez tekrar ettiği klişelerinden bıkmış olmam, Dahmer ile yukarıda da bahsettiğim Mr. Harrigan’s Phone’un kötü çıkması da etkili olmuş olabilir. Uzun bir ertelemenin ardından, konu ve uyarlanan vaka da ilgimi çektiği için izlemeye karar verdim. Bütün sezonu bir gün içerisinde bitirdim.
Açıkçası, diziyi final bölümü hariç zevkle izledim diyebilirim. Arada memnun etmeyen unsurlar olsa da merak unsuru ve gerçek vakanın ilginçliği diziyi benim için canlı tutmaya yetti. Dizi ile ilgili en şikayetçi olduğum konulardan biri, diziye gerçek hikayeden farklı olarak eklenen çok farklı yan hikayeler oldu. Gerçek olay gerek ailenin yaşadıkları olsun gerek ailenin komşularla ilişkileri olsun, komşuların tuhaflıkları olsun yeterince yoğun. Ancak bunlar Ryan Murphy ve ekibine yeterli gelmemiş olacak ki, John List cinayetleri, bebeklerle haşır neşir olmayı seven tarikatlar gibi pek çok yan öykü eklemiş. Tüm bunlar da dizinin finalinde bir dolu boşluğa ve tatminsizliğe yol açmış.
The Watcher’ın kim olduğunu bilmemekle birlikte, final bölümüyle bize verilen tek şey herkesin suçlu olabileceği. İlk bölümden itibaren dizi, izleyiciyi “The Watcher kim” diye devamlı düşünmeye ve herkesten şüphelenmeye itiyor. Daha ilk dakikadan itibaren evin çevresinde oturan herkesten şüphelenmeye başlıyorsunuz. Her bir geçen bölüm ile birlikte, şüpheliler listesindeki kişiler değişiyor.
Gerçek olayda, mektupları gönderenin kimliğinin ortaya çıkmadığını bilmeme rağmen, dizinin değişiklik yaparak sonunda gözcünün kimliğini belirsiz bırakmayacağını düşünmüştüm. Özellikle asıl hikayeye göre çok fazla değişikliğin yapılmış olması, finalde de ana hikayeye bağlı kalınmayacağını düşündürtmüştü. Theodora’nın itirafı meselesinin ardından Karen’ın evi alması ile acaba her şeyin arkasında o mu var, diye düşünmedim değil ancak, onun da anonim gözcümüz olmadığı ortaya çıktı. İkinci sezonun geleceği doğrulanmış durumda. Belki gelecek sezon tüm bu sorulara cevap olur. Ancak, o kadar boşluklarla dolu bir final yaptı ki dizi, ikinci sezon geldiğinde devam etme isteği doğurur mu belirsiz.
Üst üste içi boş twistlerle doldurulmuş bir son olan yedinci bölüm ile ilgili bir şikayetim de Theodora için yazılan son oldu. Son bölümde, Theodora’nın sözde itirafı ve bu itirafın daha sonra yalanlanması o kadar anlamsızdı ki. Özellikle de Theodora’nın bu sahte itirafının arkasındaki motivasyonunu (açıkçası çok da sevemediğim ve anlamsız bulduğum bir açıklama ile) izlerken şu an neden bununla vakit harcıyorum diye düşündüm. Dizi boyunca şüphelenilmeyen karakterlerden birinin bir anda aranan suçlu gibi gösterilip ardından “yok o değil” denilerek aklanması finali kötü yapan etmenlerden biriydi.
Dizi ile ilgili bir diğer beğenmediğim nokta ise genel olarak John Graff karakteri ve olay örgüsü oldu. Murphy, her gördüğü gerçek suç davasına açık kollarıyla koşmayı çok sevdiği için tabii ki bu davayı da diziye yerleştirmekten kendini alıkoyamamış. Bu sene özellikle de Dahmer sonrası Ryan Murphy’den bir süre gerçek seri katiller ve suç dosyaları hakkında bir şey izlemek beni pek de memnun etmedi.
Dizinin genelinde, akıllıca gibi görünen ancak üzerinde birazcık düşündüğünüz zaman akıllıca olmadığını anladığınız senaryo hareketleri mevcut. İzleyiciyi yanıltmaya çalışan, sadece twist üretmek amacı güden yazarlığın sonucu bu ve devamlı tekrar ediyor ne yazık ki. Üstelik gelmekte olan twistleri kilometrelerce uzaktan görmeye başlıyorsunuz. Sündükçe sünüyor. Ryan Murphy, kendisinin en iyi versiyonunda Scream Queens, American Crime Story ya da AHS: Asylum gibi sezonlara imza atabiliyor ancak kendisinin en kötü versiyonunda iken karşımıza çıkan bu. Özellikle de American Horror Story izlediyseniz, Murphy’nin kök salmış klişeleri artık göze batıyor çünkü dizi bir nevi mini bir AHS sezonu gibi.
Sadece izleyici olarak bizi yanlış yönlendirmeye çalışmıyor, karakterler de beyinlerini kullanarak oturup düşünmek yerine ellerine geçen bilgiyi değerlendirip tartmadan hemen harekete geçiyor. Karakterler kimi zaman gizemi çözmeye o kadar takıntılı hale geliyor ki, önemsiz olarak addedilebilecek ipuçlarının peşinden dahi koşuyor. Ancak, yine bu karakterler gerçekten önemli olanları görmezden geliyor. Mesela, eve bağlanan gizli tüneller olması gerçeğinin hiçbir yere bağlanmamış olması beni çok rahatsız etti. Bu sebeple karakterlere, oyuncular ellerinden geleni yapmış olsa da (özellikle de Bobby Cannavale ve Noma Dumezweni), bağlanmak ya da onları umursamak imkansız hale geliyor. Dizide tek favori karakterim, Jennifer Coolidge’ın karakteri Karen oldu. Zaten karakteri sevme nedenim de Cooldige’ın ta kendisi. Her sahnesini zevkle izledim. Coolidge bu sene The Watcher’ın yanı sıra The White Lotus ile benim gibi kendisini çok sevenleri ihya etti.
The Watcher ile birlikte Ryan Murphy 2022’yi kapattı. İkinci sezon gelince izler miyim, bilmiyorum. Bir süre Ryan Murphy projelerinden uzak kalmak iyi gelecek sanırım. Keşke seri katiller, gizemli gözcüler yerine Feud’a devam etseydi.